KOLTUK DEĞNEKLERİ
KOLTUK DEĞNEKLERİ
Yıl 1977 … Köyün kurak topraklarına damla yağmur düşmüyor, ekmeği suyu artık kimseye yetmiyordu. Kenarda üç beş kuruşu olanlar tek tek gurbet yoluna düşüyorlardı. Hanımla beraber yamalı valize bir kaç parça çaput doldurup yola çıktık. Ankara’ ya giden bir otobüse binmek için köyün alt yoluna indik. Çok geçmedi ki boyası dökük, kapısı eğreti bir otobüs yanımıza yanaştı. Otobüsten bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı indi. Elimizdeki valizi aldı, adeta bir çuval gibi arabanın bagajına salladı, diğer valizlere toslayarak durdu. Arkalardan iki koltuğa oturduk. Eğreti kapının kapanmasıyla birlikte yolculuğumuz başladı. Otobüs yolun tümseklerinden geçerken adeta bir beşik gibi sallanıyor, sallana sallana ilerliyorduk. Şoför, muavine talimatlar veriyor, ara sıra dikiz aynasından otobüsteki yolcuları kontrol ediyordu. Yüzü çorak toprakları andıran bir amcanın sesi, ortalığı saran uğultuyu biranda kesti “Oradan bir kaset koyda dinleyelim” diyordu. Şoför “peki bey amca” deyip, bir hamleyle kasetin düğmesine bastı “Asrı gurbet talan etmiş köyümü, bizim köye benzemiyor gel hele….” diyerek bir uzun hava başladı. Yolcular derinden bir iç çekerek sessizliğe büründü. Uzun süren yolculuğumuz muavinin “Ankara ‘ya gelmiş bulunmaktayız” demesiyle sona ermişti. Otobüste içimizi saran tedirginlik, indiğimizde dayımın oğlunu görünce biraz olsun yatışmıştı.
Hanımla birlikte birkaç gün akrabaların yanında kaldık. İki göz odalı bir gecekondu kiraladım. Akrabaların, konu komşunun yardımıyla kısa sürede neredeyse tüm eşyaları temin etmiştik. Eksikler vardı ama hanım idare ediyordu. Sağ olsun dayım bir esnaf lokantasında garsonluk işi ayarlamıştı. Gidip geliyor, geçimimizi sağlıyordum. Köyün hasreti doldursa da yüreğimizi, doyduğumuz yere alışmaya çalışıyorduk. Beş yıllık evliydik tek eksiğimiz bir çocuktu. Gittiğimiz doktor her şeyin yolunda olduğunu ve beklememiz gerektiğini söylemişti. Onun içinde dua ediyorduk. Nihayetinde de duamız kabul olmuş ve nur topu gibi bir oğlumuz olmuştu. Onun gelmesiyle evimize büyük bir neşe gelmişti.
1980 Eylül sabahıydı. Her sabah gibi kalkmış iş için hazırlanmıştım. Gurbet yerinde bir gün işe gitmesen aç kalıyordun. O nedenledir ki hiç işe geç kalmazdım. Kapıyı açıp bahçe kapısından, sokağa çıktım. Biraz ilerlemiştim ki elindeki silahı bana doğrultan asker yere yatmamı söyledi. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, yere yatmamı tekrar ediyordu. Bende çaresiz yere uzandım, yanıma geldi ve üzerimi aradı, bir şey bulamayınca eve gitmemi söyledi. Ne olduğuna anlam veremedim. Ne yöne gideceğimi şaşırmıştım, arkama baka baka gayri ihtiyari işe gittim. Dükkanın kapısı kilitliydi, köşe başlarında tanklar, eli silahlı askerler vardı. Benim gibi şaşkınlık içinde hızlı adımlarla yürüyen bir sivil gördüm, koşa koşa yanına gittim ne olduğunu sordum “darbe oldu, sokağa çıkmak yasak evine git” dedi ve uzaklaştı. Darbe mi darbede neydi. Eve gidersem çoluk çocuk ekmek isteyecek! “darbe darbe” diyerek tekrar ediyor, acaba düşman askerleri ülkeyi işgal mi etti diye kendi kendime soruyordum. Çaresizce evin yolunu tuttum.
Başıma aldığım darbenin etkisiyle kafamın kazan gibi olduğunu hissediyordum. Elindeki silahın ucuyla beni bir asker dürtüyordu “kalk kalk” gözlerimi dahi açamıyordum. Asker bana “sağcı mısın solcu mu” diye soruyor, anlamsızca askerin yüzüne bakıyor, aldığım tekmeyle sarsılıyordum. Asker, tekrar tekrar soruyordu. Asker soruyor benim sessizliğim adeta onu çıldırtıyor, tekmeleri daha da şiddetleniyordu. Sağ dedim ikna olmadı sol da şansımı denedim oda olmadı, en son aldığım darbe ile de kendimden geçmişim, bu halim ne kadar sürdü hiç bilmiyorum. Kendime geldiğimde kafamdan akan kanları her yerime bulaştığını gördüm. Vücudumu hareket ettiremiyordum. Her yanım sızlıyordu. Kendime geldiğimi gören asker, beni apar topar kalabalık koğuşlardan birine götürdü. Koğuştakiler de benimle aynı kaderi paylaşıyorlardı. İnilti sesleri koğuşu sarmıştı ..
Yaklaşık bir ay sonra ismim anons edildi ve kollarıma giren askerin yardımıyla müdürün odasına götürüldüm” suçsuz olduğumun anlaşıldığını” söyledi. Serbesttim ama bir ayağımdan yürüyemiyordum. En yakın hastanenin kapısına bir devriye arabasıyla bırakıldım. İki hasta bakıcı bir kırık sedye ile doktorun odasına götürdüler. Doktor beni muayene etti ve kaşları çatık şekil de yüzüme baktı “Bacağında kırıklar var, kırılan bölge uzun süre tedavi edilmediği için kangrene çevirmiş, anlayacağın bacağını kesmemiz gerekiyor. Kimsen varsa numarasını danışmaya söyle, haber versinler” dedi. Beni getiren iki hasta bakıcıya “hastayı ameliyata hazırlayın” diye seslendi. Anlamsız duygularla uzandığım sedyede tavana baka kalmıştım.
Hastane odasında gözlerimi açtığımda karım ve oğlum başucumdaydı. Oğlum saçlarımı okşuyor. “Canım babam, babacım” diyordu. Karımın gözleri belli ki ağlamaktan kızarmıştı. Yaklaşık iki aydır yüzlerini görmemiştim. Onları görmenin mutluluğu içerisindeydim. Ani bir hareketle elimle bacağım yokladım ama yeri boştu. Erkekler ağlamaz derler lakin ben avazım çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyordum. Sesim hastane koridorlarında yankılanıp geri geliyordu. Hemşirelerin sapladığı sakinleştiricilerle uykuya dalmışım. Birkaç gün hastanede kaldıktan sonra Karım ve Oğlum yanımda, kesilen bacağımı geride bırakarak hastaneden taburcu oldum. Koltuk değnekleri ile zorda olsa bir arabaya bindik. Arabanın camından yollara evlere bakıyordum. Darbenin ne demek olduğunu artık çok daha iyi anlamıştım.
Kesilen bacağımın ardından zor günler geçiriyordum. Ayağımın kesilmesini anarşist olduğuma bağlıyorlar iş vermiyorlardı. Mahallenin çocukları beni görünce korkuyor “topal geldi kaçın” diye bağrışıyorlardı. Hapishanede ve hastanede geçirdiğim süre içerisinde her şey çok pahalanmış, bir ekmek dahi dörde bölünüp satılmaya başlamıştı. Karaborsacılıkta almış başını gitmişti. İş aramalarım sonuçsuz kalınca sokaklarda ayakkabı boyacılığı yapmaya başladım. Oğlum okula giderken beni işlek bir caddenin üzerine bırakıyor, akşam dönüşte de ekmek teknemizle eve dönüyorduk. Karımda karşımızdaki apartmanda gündelikçi olarak çalışmaya başlamıştı. Yemiyor içmiyor oğlumuzun okul masraflarını karşılamaya çalışıyorduk. Tek gayemiz oğlumuzun okulunu bitirmesi olmuştu. Oğlumuz da emeklerimizi boşa çıkarmamak için çok çalışıyordu. Geçen yıllarla birlikte oğlumuz öğretmenlik fakültesini kazanmış ve birincilikle bitirmişti.
Okulu bitiren oğlumu kendi gibi bir öğretmen kızla evlendirmiş ve büyük bir aile olmuştuk. Onlar işe gidip gelirken bizde hanımla evde ufak tefek işlerle uğraşıyorduk. Bir sabah postacının eve getirmiş olduğu zarfla büyük bir heyecan yaşadık zarfı açan oğlum tayinlerinin İstanbul’a çıktığı haberini verdi. Bunun üzerine Ankara’daki evimizi satıp, İstanbul da bahçe içinde deniz gören bir eve yerleştik. Torunlar bu evi çok sevmişlerdi. Evin azda olsa deniz görmesi bizi de keyiflendiriyordu. Manzarası bize köyün derelerini anımsatıyordu. “Of of” her şeye hasret kalmıştık. İnsan doğduğu toprakları vatan belliyor da. Büyük şehirlere gurbet diyordu. Oysa aynı vatanda idik aramızda kilometrelerden başka ne vardı ki …
Çok şükür sıkıntılı günler geride kalmıştı. Çalışan bir hükumet seçimle iş başına gelmişti. Ülke kurulduğundan belki ilk defa bu kadar refah içerisindeydi. Bir zamanlar gramla alamadıklarımızı şimdi kiloyla alır olmuştuk. Yeni yolların köprülerin tünellerin açılışına şahit oluyorduk. Toprağın üstünden geçen yolları görmüştük, şimdi ise denizin altından geçen tünellerin memleketimde yapılabildiğine şaşkınlıkla görüyoruz. Okullar, parklar, bahçeler art arda açılıyor, hastaneler dahi lüks otelleri aratmıyordu. Teknolojinin gelişimi ülkemizi adeta çevrelemiş tüm banka, hastane kuyruklarını bitirmişti. Ülkemizde gözle görünür bir bolluk bereket vardı. Bu bolluk için şükrediyorduk.
Yıllar gelmiş geçmiş, günden güne gücüm azalmış, koltuk değnekleriyle gidebildiğim tek yer cami olmuştu. Zamanımın çoğunu torunlarımla geçiriyordum. Sıcak bir temmuz akşamıydı, torunlar uyumuş, hanımla gelin bahçede çardağın altında sohbet ediyorlardı. Oğlanda kösesine çekilmiş kitapları karıştırıyordu. Bende içimi saran kasveti biraz olsun dindirmek için televizyonda haberleri izliyordum. Kanalları karıştırırken gözüme bir tank ilişti, birden irkildim. Dikkatlice bakınca bir şeyler olduğunu anladım. İstanbul’ un Boğaz Köprüsü kapatılmış, hava alanları tutulmuş ve TRT den de darbe bildirisi okunmaya başlanmıştı, hemen koltuk değneklerimi kaptım. Duvarda asılı Türk Bayrağına da aldığım gibi attım kendimi sokağa. Oğlum arkamdan bağırmaya başladı “Baba nereye gidiyorsun bu saatte”. Hanımla gelinde arkamdan koşuyorlardı. “Beni bırakın ben gidiyorum hakkınızı helal edin” dedim. Hepsi delirdiğimi düşündü, hanımın ağlayışına gelinin yakarışlarına kulak tıkayarak yürüdüm. Oğlum da dayanamadı benimle geldi. Yolda olanları da, olacakları ona anlattım, “belki bu gidişimizin dönüşü olmayacak” dedim. Oğlumda “baba sen nereye ben oraya” dedi. Evimiz köprüye yakındı. Tez zamanda vardık. Bizim varmamızla da bir küçük kıyamettir koptu. Kurşunlar gökteki yıldızlar misali üzerimize yağıyor, namlunun ucunda etten siper olan genç yaşlı memleket sevdalıları, ortalığı inleten Şehadet ve Tekbir sesleri arasında bir bir yere düşüyorlardı. Kimsenin bu durumdan şikayeti dahi yoktu. Bir düşüp bin kalkıyorlardı.
Mahşeri kalabalıkla zulme ve küfre bu sefer “dur” demek için ilerliyorduk, adeta demirden bir yumruk olmuştuk. Zafere yürüyor koşuyorduk, zafer bizimdi, biz kazanmıştık. Bu ne mesut bir geceydi. Aman Ya Rabbi! Göğsümde bir sıcaklık hissettim. Elimdeki koltuk değneği yere düştü. Bir elim oğlumun elinde köprünün kenarına yığılı verdim. Oğlum haykırıyordu “babam baba” diye. Ben ona susmasını söyledim. Boynuma astığım bayrağı usulca çıkarıp oğluma uzattım. “Dedelerimden bana kalan bu emanet bundan sonra sana emanet” dedim. Yüreğimden sızan kanlar Boğaza damlarken, yüzümde kocaman bir tebessüm beliriyordu. Zafer Bizimdi !